Gönülden Sesler...
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Gönülden Sesler...

BİR GÖNÜL SAYFASIEn güzel yerinde bitti aşkımız Bir gönül sayfası daha kapandı Ansızın terketti umutlar bizi Bir gönül sayfası daha kapandı İkimiz sevmiştik delicesine Ayırdılar bizi ölürcesine Ölmeden toprağa gömercesine...
 
AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 Son Durak !!

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Norfuesjack
Admin
Admin
Norfuesjack


Erkek Mesaj Sayısı : 274
Nerden : hişşşştt
Kayıt tarihi : 12/12/08

Son Durak !! Empty
MesajKonu: Son Durak !!   Son Durak !! I_icon_minitimeC.tesi Ara. 13, 2008 2:41 pm

Sadece senin seçtiğin insanlara değil, hayatın karşılaştırdığı
kişilere de aynı ölçüde yardım etmelisin. ”
“Atın hızlı ama çölde tökezleyebileceğini, devenin ise yavaş
fakat menzile mutlaka ulaşabileceğini aklından çıkarmamalısın…”
Lise yıllarımda tuttuğum kırmızı kaplı hatıra defterimin
satır aralarında her zaman dikkatimi çeken iki cümleydi bu;
Abdullah Öğretmen’imin cümleleri… Konuştuğunda bile
kelimelerini özenle seçen bir insan için, ferasetli cümleler
kurmak yadsınamazdı. Kendine has üslubuyla bir ekoldü
bizler için. Onu diğer müdürlerden ayıran özellikleri vardı:
Orta boylu, hafif kır saçlı, kalınca bıyıklı, gözlüklü, babacan
tipli bir öğretmendi. Ancak müdürlük makamı ona geçici bir
süreliğine verilmiş gibi davranır, nadir zamanlarda odasında
otururdu. Bazen okul bahçesindeki ağaçları sulayan bir bahçıvan,
bazen öğrencilerin sayısız problemiyle becelleşen bir
öğretmen, bazen de kalorifer kazanını tamir eden bir tamirci
olurdu. Okul müdürü olması böylesine renkli ve çok yönlü
bir kişilik olmasına hiç engel teşkil etmiyordu; bizler için
O “Okul Müdürü Abdullah Bey” değil, her zaman Abdullah
Öğretmen’di.
Annem, yaprak sarmalarını bir saklama kabına yerleştirirken,
fırından çıkan böreklerle ilgilenmek bana düşmüştü.
Bu arada annemin öğütleri arka arkaya geliyordu.
— Aman kızım sakın öğretmenlerinden habersiz bir
yere gitme!
— Aman arkadaşlarından ayrılma!
— Çantana kimliğini koymayı unutma!
— Adresimizi, telefon numaramızı not et!
“Tamam, anne!” demekten oldukça yorulmuştum. Annemin
gereksiz öğütleri ve saçma sapan takıntıları diye düşündüğüm
o sözlerin önemini ancak anne olunca anlayabildim.
Lise son sınıftaydım. Bu gezi, okul yıllarıma ait belleğimde
yer eden güzel bir anı olacaktı. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın
şiiriyle hayranlığımın arttığı Bursa’da, ”o zaman”ı doya doya
yaşayacaktım. Benim için çok güzel bir fırsattı bu. Kendimi
şanslı hissediyordum. Geceyle sabahın birleştiği bir vakit
yola çıktık. Mahmur gözlerle bindiğimiz otobüsten, yarım
saat sonra şarkılar ve kahkahalar yükseliyordu. Ne de olsa
öğretmenlerimize gizli yeteneklerimizi gösterme çabası vardı
hepimizde. Ön koltuklar onlara ayrılmıştı. Birçok öğretmenimiz
geziye katılmıştı. Ayten Hanım, Hürriyet Hanım,
Ertuğrul Bey, Cemal Bey ve Musa Bey… Ama Abdullah
Öğretmen’i göremedik. Oysaki bu gezinin tertip edilmesi
için ne kadar uğraştığını iyi biliyorduk. Daha sonra öğrendik
ki -o dönemlerde okullarda yapılan- devlet parasız yatılılık
sınavında okulda bulunması gerekiyormuş. Okulumuzun
müdür yardımcısı Musa Bey, Onun daha sonra özel bir araçla
geziye katılacağını söyledi de sevindik.
Okul gezilerinin kendine has bir gizemi vardı benim
için. Ailenin desteğini hissetmeden, kendi başına varolmanın,
bir yerlere gidip, maceralara atılmanın bir yolu gibiydi
sanki. Öğleye doğru Bursa’daydık Tarihin ve tabiatın kol
kola raksettiği bir kenti kısa bir sürede içimize sindirmeye
çalışacaktık. Ulu Camii’nin büyüleyici atmosferinden henüz
kurtulmadan, kendimizi Emir Sultan’da buluverdik. Sadece
isimlerini duyduğumuz yerlerin ve velilerin önemini, tarih
öğretmenimiz Musa Bey’in kendine özgü üslubuyla, daha iyi
kavrıyorduk.
Gündüzün son demlerinde Osman Gazi’nin türbesindeydik.
Abdullah Öğretmen’imiz de nihayet gezi kafilesine
katılmıştı. Yorucu bir yolculuk geçirdiği her halinden belliydi.
Türbenin çeşitli ağaçlarla donatılmış bahçesinde, bir duvarın
dibine dayandı ve;
—Arkadaşlar, Bursa ne kadar güzel bir şehirmiş değil
mi? İnsanın bir yolunu bulup buralarda kalası geliyor, dedi.
Bu sözler hepimizin hafızalarına nakış gibi işlenmişti.
Yoğun ama keyifli geçen ilk günden sonra hepimiz kalacağımız
öğrenci yurduna gittik. Bu şehir şiir okuma merakımı
perçinlemişti sanki. O gece yatağıma girdiğimde Ömer
Bedrettin Uşaklı’nın “Bursa’da Akşam” şiiri dökülüyordu dudaklarımdan:
Gözlerime vurunca kubbelerin gölgesi
Öz cenneti gönlümle seyrettim ben bu akşam.
Göklerde ne bir nefes, ne de bir kanat sesi
Uludağ etekleri al ipekten bu akşam!
Gezinin ikinci gününde bizi yoğun bir program bekliyordu.
Abdullah Öğretmen’in geziye geç katıldığından mıdır,
yoksa Bursa’ya olan derin ve manalı bağlılığından mıdır bilinmez
yeni yeni yerler teklif ediyordu gezmek için.
Uludağ’ın zirvelerinde, içimizdeki ideallere kavuşmak
için ne kadar çok çalışmak zorunda olduğumuzu hissettik
adeta. Hatta Abdullah Öğretmen’in hatırlattığı o Cenap
Şahabettin’in sözü hafızalarımıza silinmeyecek şekilde kazındı:
“Arkadaşlar, zirvelerde kartallar da bulunur, yılanlar
da. Ancak birisi oraya süzülerek, diğeri ise sürünerek gelmiştir.
Önemli olan nereye gelmiş olduğunuzdan çok, nereden
ve nasıl geldiğinizdir. Sizler de hedeflerinize ulaşmak
için gerekiyorsa süzülecek, gerekiyorsa sürüneceksiniz. ” Her
haliyle bizlere örnek oluyordu Abdullah Öğretmen. Dişini
tırnağına takmış pek çok güçlüğe göğüs germişti. O, zor bir
çocukluk devresi geçirmişti. Ardından hem okumuş hem de
çalışıp ailesine katkıda bulunmuştu. Hani derler ya; feleğin
çemberinden geçmişti genç yaşında. Zaten olaylara bakışındaki
olgunluk ve ileri görüşlülük de bu durumdan olmalıydı.
Serinkanlıydı. Yaşımızın verdiği heyecanla devirdiğimiz
çamları, ustalıkla düzeltebiliyordu. “Biz gençken…” diye
başlayan cümleler kurmazdı. Yaşadığı anın gereğini yapar,
çağın dışında kalmaz, ama özünden ve kimliğinden de taviz
vermezdi. Galiba onun en beğendiğim yanı da buydu. Hem
geleneklerine sahip çıkan yağız bir Anadolu erkeği, hem de
küreselleşen dünyada yerini almaya çalışan, yeniliklere açık
medeni bir beyefendi…
Ona baktığımda vakur ve kendine güvenli yüz ifadesinin
altında, gizli bir mahcubiyet sezmişimdir hep. Öğrencileriyle
diyalogunda orta yolu bulmayı başarmıştı. Bizlere bir
baba gibi yakın olurken, öğretmenimiz olduğunu da sürekli
hissettirmişti. Bir öğrencinin sayısız hatalar yapmasını hoş
karşılayabilir ama yalan söylemesini asla kabullenemezdi.
Dürüstlük ve temizlik onu anlatmaya yetecek iki kelime olmalıydı.
“Okul Müdürü Abdullah Bey” olarak da, diğer öğretmenlerimiz
tarafından sevildiğini biliyorduk. Öğretmenler
arasında her fırsatta arkasından konuşulan, eleştiri bombardımanına
tutulan bir müdür değildi. Her zaman adaletli
olmaya çalışır, öğretmenler arasında ayrım yapmazdı. Yanından
hiç ayırmadığı “akıl defteri” sayesinde meslekî bilgi
ve birikimlerini diğer arkadaşlarıyla paylaşmaktan mutluluk
duyardı.
Edebiyata ve musikiye çok meraklıydı. Bazen okunan iki
beyitle gözleri yaşarır, bazen de dinlediği bir kahramanlık
öyküsüyle, cevval bir Türk askeri kimliğine bürünürdü.
Abdullah Öğretmen sadece duruşuyla bile bize pek
çok şey öğretti. Ben onunla öğretmenlik mesleğini daha çok
sevdim. Zira tek gayesi dersini öğretmek olmayan, öğrencilerini
zorlu bir yaşam mücadelesine doludizgin hazırlayan
bir şahsiyetti O. Yüreği sevgi ve merhamet doluydu. Okulun
pansiyonunda kalan, özellikle de yetim olan çocuklar ona
boşu boşuna “baba” demiyorlardı.
Zihnimde, “Abdullah Öğretmen” profilini belirginleştirirken
arkadaşımın sesiyle irkildim:
— Nurdan, duydun mu Müdürü? Şimdi Kültür Park’a
gidiyormuşuz.
“Evet, çocuklar” dedi Müdürümüz ve ekledi:
— Burası son durak! Bursa’nın tarihi ve turistik yerlerini
gezerken eminim ki iyice yoruldunuz. Şimdi bu parka gireceğiz.
Gezinin sonunda lûnaparkta belli bir süre eğlenebilirsiniz.
Fazlasıyla hakettiniz bunu. Yalnız şöyle bir kenara oturalım
da sizin için aldığım şu şeftalileri yiyin bakalım. Sonra
Müdürümüz bizi Bursa’ya götürdü de şeftali ikram etmedi
demeyin ha!
Kırk beş kişilik gezi ekibimizin her birine tek tek eliyle
sundu meyveleri Abdullah Öğretmen. Onun cömertliği ve
nezaketi bir kez daha bizlerde hayranlık uyandırmıştı.
Diğer öğretmenlerle birlikte gruplara ayrılıp birkaç saat
sonrası için sözleştiğimiz anda Abdullah Öğretmen’in yüzünde
acı bir tebessüm dikkatimi çekti. Anlam veremediğim
hüzünlü bir bakışla bizleri uğurladı sanki…
— Haydi, gençler siz ilerleyin ben de arkanızdan geliyorum.
Lûnaparkların çocuklara has eğlence merkezleri olduğunu
kim söylemiş, hepimiz 15- 16 yaşlarındaydık ama coşkunun
ve heyecanın iç içe yaşandığı bu parkta yaşın ne önemi
vardı ki; iki günün yorgunluğunu çıkarıyorduk. Hepimiz,
“iyi ki bu geziye katılmışız” diyorduk içimizden.
Uzaktan, bir adamın yanımıza doğru koştuğunu fark
ettik. Yaklaşınca bizim otobüsün şoförü olduğunu anladık.
Yüzü kül gibiydi. Omuzları iki yanına düşmüş, gözleri donuklaşmış,
dudakları sarkmıştı. Kötü giden bir şeyler olmalıydı.
Çünkü Süleyman Amca yol boyunca güler yüzü ve
neşeli sohbetleriyle gezimize renk katmıştı. Onu böyle bir
yüzle görmek bizleri de telaşlandırdı. Ağzını açıp bir şeyler
söylemesine gerek kalmadan hoparlörden gelen sesle irkildik.
Bizim okulun adını anons ediyorlar ve parkın merkezine
toplanmamızı istiyorlardı.
Yaklaşık üç dakika önce “iyi ki buradayız” diye sevinen
ve mutluluk naraları atan bizler gördüğümüz manzara karşısında
“keşke burada olmasaydım” demek zorunda kaldık.
Yerde bir ceset vardı; üzeri gazete kâğıtlarıyla örtülmüş, teşhis
edilmeyi bekleyen. O an kanımın donduğunu hissettim.
Ağzımda az önce yediğim şeftalinin tadı vardı hala. Yerde
ise bana şeftali uzatan ellerin cansız bedeni. Gözyaşlarımla
mücadele etmem yersizdi. Onu teşhis edip, bu bizim “Abdullah
Öğretmen” diyebilmek hayatım boyunca yaptığım ve
yapacağım en zor iş oldu. Az önce, “Nihayet gezimizin son
durağına geldik. ” diyen öğretmenimiz meğer kendi yaşamının
son durağında olduğunu hissetmişti. Koca bir ömrün,
kısacık bir zamanda bitivermesi, Azrail’in zamana ve mekâna
meydan okurcasına, insanoğluna aciz olduğunu haykırması
oldukça dikkat çekiciydi. Hepimiz çaresiz, hepimiz
acı, hüzün ve yaş dolu gözlerle sadece uzun uzun bakabildik
Büyüleyen, cezbeden, kendine sımsıkı bağlayan bu dünyaya
“yalan dünya”demekten başka ne yapabilirdik ki…
“Buyurun Hocam, galiba rahmetlinin ceketi”
Polis memurunun verdiği bu acı emaneti alan Musa
Öğretmen’in yere yıkılmamak için çaba göstermesine rağmen,
gözlerinden damlayan yaşlar, şok geçiren bizler için de
patlama noktası olmuştu. Kimimiz baygınlık geçirmiş, kimimiz
ağlama krizine girmiştik. Bazılarımız hala rüya gördü
ğünü bile düşünüyordu. Ancak bu yaşananların gerçeğin ta
kendisi olduğunu dönüş yolunda çok daha iyi anladık. Zira
gezi boyunca Musa Öğretmen’in yanında oturan Abdullah
Öğretmen artık yoktu. Ne hazindir ki; O, bir yolunu bulup
Bursa’da kalmayı başarmıştı. Sanki bizlere eşlik etmesi için
de tozlanmış ceketini bırakmıştı.
Hayata hep gülümseyen, çevresine sevginin ve dostluğun
doyumsuz tadını yaşatan, sabrıyla, azim ve gayretiyle dimdik
ayakta duran bir insandı o. Sonsuz hayat yolculuğunun dünya
molasında iyi ki öğretmen olmuştu. Nokta kadar menfaat
için virgül gibi eğilmemeyi öğretti öğrencilerine. Onurlu yaşayıp,
onurlu ölmeyi gösterdi kendisiyle. Belki hayatında değeri
yeterince bilinmedi ama ömrü boyunca vermek istediği
mesajları galiba ölümüyle hatırlattı insanlara.
Ne mutlu, güzel yaşayıp, güzellikler bırakarak dünyayı
terk edenlere!…
Ne acı, kaybetmek için sahiplik
Ölümlüyü sevmek ne korkulu iş
Hayatım püf desen kopacak iplik
Çıkmaz sokaklarda varılmaz gidiş.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://gonulsesi.yetkinforum.com
 
Son Durak !!
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Gönülden Sesler... :: »»-(¯`v´¯)-»Gönül Sesi Forumlari»»-(¯`v´¯)-» :: Hikaye & Öyküler-
Buraya geçin: